Bilsay Kuruç’un Cumhuriyet’te yayınlanan yazısı şöyle:
21 Ocak 1924’te dünyaya veda etti. Elli dört yaşındaydı. 19. yüzyılın büyük kültür dünyasını uygarlığın antik çağdan başlattığı bilgi ve düşünce birikimine bağlayan bir disiplinle kendini yetiştirmişti. Almanca ve Fransızcası mükemmeldi, İngilizcesi bunlara yakındı. Yaşamını okuyucu bilir. Sona gelirken çarpıcı olan nedir? Kısaca buna bakalım.
1914
Kapitalizm bağıra bağıra Avrupa sahnesinde büyük bir kavga başlattı: Büyük Savaş. İlk kez sivil halkı da vuracak, çalışan kitleleri birbirine kırdıracaktı. “Topyekûn” savaştı. Kazanan kapitalizm güçlenecek, kaybeden ağır bedel ödeyecekti. Sosyalistlerin 25 yıllık meclisi II. Enternasyonal “Dur” demeliydi.
Enternasyonal’in amiral gemisi Alman sosyal demokratları, kaptan da “ağır abi” Kautsky idi. Lenin’in saygısına sahipti. Ne oldu? 4 Ağustos’ta, Almanya ve Fransa’nın Enternasyonal’deki partileri, hükümetlerin Büyük Savaş için istediği kredilere “Evet” oyu verdiler! Rosa Luxemburg’un daha sonraki sözüyle, “kokmuş leşe” dönüşen Alman sosyal demokrasisi öncülüğünde, Avrupa işçi sınıfı emperyalizme entegre olmuştu. Tuş olmuştu!
Uzun süredir ailesiyle birlikte Rusya dışında olan Lenin, haberi bir İsviçre gazetesinde okudu ve yıkıldı. Bu büyük kâbustu.
‘MANTIK BİLİMİ’
Lenin iç içe iki darbe hissetti. Biri, gözü kara kapitalizmin uygarlığı hiçe sayması. Öteki, onca yıldır “diyalektik pratikten başlar”a demir atmış birikimin bu darbe karşısındaki aczi. Temelde, düşünce yetersizse siyaset bomboştur.
Orhan Hançerlioğlu’nun düşünce dünyasına ciddi ve nadir katkısı, “Düşünce Tarihi”nde (Remzi Kitabevi, 1972) bir vurgu yapmasıdır: “Platon’dan beri yüzlerce yıl, ikinci büyük evrensel sistemi kurabilmek yolunda Hegel’i hazırlamak için binlerce düşünür emek vermişlerdir. Hegel’in sistemi ‘gerçeğin’ önündeki son adımdır…” Felsefeciler bunları daha önce ve sonra vurgulamış, benimsemiş düşünürleri bilirler.
1914’ün iki darbesi Lenin’e bir hareket noktası veriyor. Çarpıcıdır. Eylülden aralık sonuna kadar Bern kitaplığına kapanarak Hegel’in “Mantık Bilimi” üzerinde çalışıyor. “Derin kazma”lıdır. “Anahtar” diyalektiktir. Onu yeniden bulup kilidi açmak zorundadır. Eskisinin (diyalektik, “madde”nin pratiğine bağlıdır, o kadar) kilidi açamayacağı 4 Ağustos’ta tokat gibi ortaya çıktı. O zaman Hegel’e başvuracağız. Marx da (1844) böyle yapmamış mıydı?
Hummalı çalışması ölümünden sonra “Felsefe Defterleri” başlığıyla gün ışığına çıktı. Hegel’in uzun metni üzerinde alınmış notlardır. İçinde, kendi yazdığı kısa, önemli bir parça var: “Diyalektik Sorunsalı Üzerine”. Şöyle başlıyor: “Tek bir bütünün içinden bölünmesi ve içindeki çelişki taşıyan parçaların algılanması (cognition) diyalektiğin özüdür. Temellerinden biridir…(ve) Gelişme bu bölünen zıtların ‘mücadelesi’dir…”
Felsefecilerin alanına girmeyelim. Lenin diyalektikte odak noktasını gösteriyor: Bilgiye erişme, algılama, kavrama. Devrimci bakış bununla (özne) başlayarak “madde” (materyal, “nesne”) ile buluşacak ve yeni bütünlüğü içinde “yeni gerçeği” yaratacak. Çünkü, diye düşünüyor, insanın bilinci pozitif ve devrimci bir tarzda önündeki “realite”nin ötesine geçebilir. Şöyle diyor: “İnsanın bilinçliliği dünyayı yansıtmakla kalmaz; onu yaratır. Sıçrayarak!”
ÖNCE EMPERYALİZM
Buradan hareketle, diyebiliriz ki üç kapı açıyor. Biri, kapitalizmin rekabetçi dönemini geride bırakıp tekelci aşamaya geçişiyle, kısaca, emperyalizm oluşudur. Emperyalizm olan kapitalizmi tanıyacaksın. Doğru bilgilerle. 1915’te “Emperyalizm: Kapitalizmin Son Aşaması”nı yazıyor. Bu bir ekonomi kitabı olmanın ötesindedir. Şunu ortaya koyuyor: Emperyalizm aşaması şüphesiz kapitalizmi güçlendirecektir. Ancak, iç çelişkileriyle yeni bir durum ortaya çıkacaktır: Tekelci aşama ve “Büyük Savaş”la, baskı altındaki ulusların emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi filiz verecek ve büyüyecektir.
Bu ikinci ve önemli kapıdır. Sosyalist düşüncenin ağır topları Kautsky, Plehanov, Rosa ve Buharin ulusal bağımsızlık hareketlerine kapıyı kapatmışlardı. Bunları bağnazlık, dar kafalılık, gericilik olarak görmüşlerdir. Ulusal bağımsızlık mücadelelerinin emperyalizme karşı ilerici ve kitleleri harekete geçirecek özelliğini gören, vurgulayan, savunan çizgi 1915’te Lenin’le ortaya çıktı. Mücadele çekirdeğinde sosyal devrim taşır. Lenin’in deyişiyle, “Tarihin diyalektiği öyledir ki emperyalizme karşı ‘reel’ mücadelede bağımsız faktör olarak (tek başlarına) güçsüz bulunan küçük uluslar bu mücadeleyi mayalandırmada rol oynarlar.” Eklemeye gerek var mı “Milli Mücadelemiz”in dünya çapındaki değerine hakkını veren ilk kişi de o olmuştur.
‘EKİM’
Ve üçüncü kapı. “Ekim”in ikinci adamı Troçki şöyle demiş: “Devrimde her birimizin yerine bir ötekini koyabilirdiniz. Lenin hariç!” Ve şunu vurguluyor: “Yaptığı, cebirsel (“algebraic”) esasları aritmetik gerçeklere dönüştürmekti!”
1917’deki “cebirsel esaslar”ın iki belgesi var. İlki “Uzaktan Mektuplar”. Lenin, İsviçre’de “Şubat Devrimi”nin haberini aldıktan sonra yazıyor. İkincisi, “ekim”e uzanacak devrim sürecinin “cebirsel esasları”nın ana belgesi “Nisan Tezleri”dir.
“Nisan Tezleri”ne şöyle bakalım: 1917 yılı şunu berraklaştırdı: Rusya kapitalizmi aczini emperyalizmin parçası olma hamlesiyle gidermek için savaştaydı ve gerçek gün gibi aydınlanmıştı: O bir “zayıf halka” idi! Tarih bu müstesna tabloyu sunuyor. Kapitalizmi aşmak lazım. Eğer ustası varsa, o usta o tarihte bunu işliyor. Adeta çok yönlü diyalektikle bambaşka bir “yeni gerçeği” eliyle tutabilecektir. 1914’ten itibaren tazelediği düşünce bütünlüğü, halkın kendine özgü bir bütünlük içinde hissettiği, yaşadığı “devrimci durum”la birleşecek, kendi pratiğini yaratacaktır. “Ekim”in “aritmetik gerçeği”ne yürünmeyecek, sıçranacaktır. “Nisan Tezleri” bu yol haritasını veriyor. Bu yoldan erişilecek “ekim”, yüz yıl sonra bakınca nadir bir sanat yapıtı gibidir.
MUTLU BİR ADAM
Morgan Philips Price, 1885 doğumlu. Trinity College’ı bitirdikten sonra gazetecilik yapmış. Sibirya’yı ve Rusya’yı yıllarca dolaşmış. Rusçaya hâkim. 1917’yi, Manchester Guardian’ın muhabiri olarak orada kırda, kentte ve tam zamanında Petrograd’da, John Reed gibi izliyor. 1921’e kadar kalıyor. Döndükten sonra İngiliz İşçi Partisi’ne girecek, ileriki yıllarda milletvekili olacaktır. Rusya yıllarındaki yazıları, haberleri “Dispatches From the Revolution, Russia 1916-18” başlıklı kitapta derlenmiş.
Nadir bilgiler taşıyan kitabından bir alıntı yapalım: “Çiçerin, Lenin’le Kremlin’deki odasında görüşmemi sağladı (…) Dikkatimi çeken, konuşmasındaki tedbirli gerçekçilikti. Bolşeviklerin iktidarından sonra yaptığı konuşmalarda da bu vardı. Dünya devrimi hemen kapıdadır gibi bir yanılgısı yoktu (…) Onu dinlerken devrimin önünde birçok engelin yığılı oluşunu gördüğü, bildiği anlaşılıyordu… Almanların dayattığı Brest-Litovsk barışının kabulü için nasıl çetin mücadele ettiğini ve arkadaşlarını ‘basmakalıp deyişlere esir’ olup hiç pratik olmadıkları için suçladığını biliyordum (…) İlgili sorularımı yanıtlarken düşüncesi okunuyordu: Eğer Orta Avrupa’daki Alman imparatorluk sistemi çökerse Sovyet Cumhuriyeti yeni ve büyük tehlikeler karşısında kalacaktır. Gözleri Karadeniz kıyılarına bakıyor, açık boğazlardan geçecek Müttefik gemilerinin tanklarla donanmış, eğitimli kıtalarla güney Rusya’ya çıkacağını sanki görüyordu… Korkarım, Orta Avrupa’da sosyal devrim bize yardıma gelme bakımından çok yavaş gelişiyor, diyordu. (…) Lenin’i ilk kez geçen yıl (1917) Nisan’ında Petrograd’daki Köylüler Kongresi’nde görmüştüm. Beni etkilememişti (…) Ama, şimdi 15 ay kadar sonra Kremlin’deki konuşmamızda görüyorum ki karşımda dünya çapında bir devlet adamı var. Rusya’daki devrimi kurtarmak için ödün de vermiştir, arkadaşlarını da buna zorlamıştır. Bu istediği şey değildi, ama neyin mümkün olduğunu, neyin olmadığını gören bilgeliğe sahipti (…) Ondan şunu hissederek ayrıldım: Sadece alçakgönüllü değil, mutlu bir adamdı. Alçakgönüllüydü, çünkü iyi bir Marksist olarak kendi kişiliğinin önemine aldırmıyordu. Bunda şüphesiz yanılıyordu. Çok önemliydi. Sadece Rusya için değil. Mutlu adamdı, çünkü tüm tehlikelere karşın büyük bir hareketi, kader kendisine izin verdiği sürece yönetmenin zevkine sahipti…”